27 Ocak 2014 Pazartesi

Turan Dursun Zaman gazetesi röportajı - Turan Dursun kimdir?




Hala Turan Dursun kimdir bilmeyenler için, zamanında kendisiyle Zaman gazetesinin yaptığı ve hiç yayınlanmayan roportajı.

Şimdi ilk sorumuz şu: Geçmişinizi ana hatlarıyla anlatır mısınız? Bu yere gelişinizin hikayesi nedir?

TD (Turan Dursun) - Önce doğumumdan başlayarak özetlemeye çalışayım: 1934 yılında Sivas'ın Sarkışla ilçesinin Altın köyünde doğmuşum. Şimdi, "Gümüştepe" adıyla anılıyor. 5 yaşındayken, babam anamları alıp, babasının topraklarının bulunduğuna inandığı Ağrı'nın Tutak ilçesine götürdü. Fakat, oraya gittiğinde baktı ki, ağalar bu topraklarını almışlar, sahiplenmişler. Ortada kaldılar. Biraz din bilgisi vardı. Onunla, imam olmaya koyuldu, Tutak'ın kimi köylerinde imamlık yaptı. Sonra, Muş'un köylerine geçti ve ben daha 6, 7 yaşıma gelirken -ki, ben okula verilmedim. Babam bu okulları "Gavur Okulu" sayıyordu ve vermiyordu- Götürüp beni Kürt hocaların içine bıraktı. Ağrı'nın Tutak ilçesine bağlı Kargalık köyünde Şeyh Ramazan diye biri vardı. Onun himayesinde öğrenciler okuyordu. Arapça okuyorlardı. Ben, Molla Nadir Efendi bir de hafız vardı, Türk, esasen başlangıcı onda okumuştum. Sonradan hafız oradan gitti, ben Kürtçe'yi öğrendim.

Kürtçe'yi sonradan mı öğrendiniz?

TD- Evet, çok kısa süre sonra öğrendim Kürtçe'yi.

Ana diliniz değil yani?

TD- Değil, Kürtçe'yi öğrendikten sonra başladım hocadan Arapça'yı Kürtçe anlamı ile okumaya ve giderek ben Türkçe'yi unuttum. Sürekli Kürtçe konuşuyordum çünkü, Kürt öğrenciler arasında. Orada Kürt öğrenciler yani çevreden gelen öğrenciler köylü tarafından idare edilirdi. Camide yatıp kalkardık. Ve "Ratip" denilen bir yöntem vardı. O yöntemle, kazanlar içerisine basin maddeleri, yiyecekler toplanırdı ve karıştırılırdı. Etli, sütlü, tatlı hepsi aynı kazanın içerisinde karıştırılırdı, sonra bölüştürülürdü. Herkes tabağına, tabağı olmayan ekmeğinin üzerine -lavaş denen bir açık ekmek vardı-. Bu şekilde bir geçim sağlanırdı. Oradaki öğrenciler, mollalar tarafından yetiştirilirdi... "Sarf" ve "Hahv" ile yani bir Arapça gramerle 15 yıl uğraşılırdı. Ama benim bir hedefim vardı. Babam belirlemişti o hedefi. Kafama aşılamıştı: "Basra ve Kuffe'de olmayacak ölçüde 'alim' olcaksın"... Onların "12 ilim" dedikleri ilimlerin tümünü bir iki yıl içerisinde bitiriverdim. Onların en son kitapları olan "Cem-ül Cevam"ı okudum... Ben madem ki Türk'tüm, öyleyse, Türk'lerde geçerli olan Hanefi mazhebinin usulüne göre okumalıyım dedim. O nedenle çıktım, Kayseri, Adana, Sivas'ta bulabildiğim hocaların yanına gittim okumaya... O usulle de yani Hanefi usulünce de "Mücaz" oldum. Icazet verilen kişiye mücaz deniyor. İcazet alınacak düzeye Hanefi usulünce de ulaştım. Bu arada askerliğim gelmişti. Askerlikten önce, gittim girdim müftülük vaizlik sınavlarına. Dediler ki, "sen çocuksun, çok iyi biliyorsun ama biz çocuğu müftü, vaiz yapmayız. Sen şimdi askerliğini yap, gel, ondan sonra..."

Nerede askerlik yaptınız efendim?

TD- Kütahya'da, Adana'da ve İncirlik'de yapmıştım.

Hangi yıllar olduğunu hatırlıyor musunuz?

TD- 1955-57. İyi Türkçe konuşmayı askerlikte elde ettikten sonra, İstanbul'a geldim. İstanbul'da Üçbaş ve İsmailağa medreseleri vardı. Bir derneğin organizasyonunda Arapça eski usulle talebe yetiştiriyorlardı. Müftü, vaiz yetiştirme yoluna gidiyorlardı.

Karagümrük'te değil mi efendim?

TD - Çarşamba'da. Orada kimi derslere hoca bulunamamış. Mesela Mantık'tan, Kelam'dan, Usül-u Fıkıh'tan falan hocalar bulunamamış. Kendimi orada buldum. Orada yüksek düzeyde sayılan dersleri okutmaya çalıştım. O zaman Mahmut Bayram vardı. Vaizdi, oranın hocaları arasındaydı. Hatta sonra, alçakgönüllülükle benim derslerime devam etti; "Ben de okumuştum, ama böyle okumamıştım" diyerek. Salih Şeref vardı. Yani, İstanbul'un ileri gelen hocaları ile görüşüyorduk. Onlar da kimi dersler geliyorlardı ama, aşağı düzeydeki derslere geliyorlardı. Sonra gidip bir de müftülük vaizlik sınavlarına katılmayı düşündüm ve katıldım öğrencilerimle birlikte. Onlardan da birçoğu kazandı. Mahmutpaşa İlkokulu'nun dışarıdan bitirme sınavlarına girdim. Kısa zamanda diplomayı almamış olsaydım, müftülüğe atamam yapılmayacaktı. İlk görevim Tekirdağ'a oldu.

İlk vazife alışınız hangi yıllarda efendim?

TD- 1958'in sonları idi.

Peki onun öncesine geçsek, sizin yetiştirdiğiniz talebeler arasında belli mevkilere gelmiş kimseler var mı?

TD- Evet, müftü, epeyce vaiz var.

Medresede okuttuklarınızdan bahsediyorum. Kim bunlar, şu anda aklınızda olan var mı?

TD- Mesela, İzmir Karşıyaka müftüsüydü şimdi emekli oldu galiba. Abdullah Arılık vardı. Sizin gazetenizde (Zaman) zaman zaman yazılar yazdığını söyleyen, çeviriler yapan Salih Uçan benim talebelerim arasında idi. Sonra müftülük ve ondan sonra müftülükte sürgünler. Sürgünlerin başlaması (1962-1965 yılları), Atatürkçü çizgideki davranışlarım yüzünden olmuştu.

Hangi yıllara rastlıyor ilk sürgünleriniz?

TD- 1962-1965 yıllarına. Alışılmadık bir müftü olmuştum. Nedeni şuydu: Ben, Sivaslı sayıyordum kendimi. Sivas camilerine gidip gördükçe bakıyordum rahleler oraya buraya asılmış, çok berbat. Bunlar niye burada duruyor falan diyordum. Ondan sonra imamları vardı. Abdestlerini tutamayacak kadar yaşlıydı bunlar. Daha göreve gelir gelmez, haftasında 15 tane imamın görevine son verdim. Bunlar zengin insanlardı. Bunların çoğunun oğulları yargıç, doktor ve daha başka etkin görevlerdeydi. Tabii, bunlar bana orada sorun çıkardılar.

Çirkinlikleri gidermek, camileri park yerine getirmek, Sivas'ın köylerini ağaçlandırmak yoluna gittim. Müftülük lojmanı yapmak yerine, hastane önerdim. O hastane, göğüs hastalıkları hastanesi, ki, şimdi çok güzel bir hastanedir... Sonra onlardan, imamlardan, beklemedikleri şeyleri isteyince söylenmeye başladılar. Toplu halde sinemaya götürüyordum. Kurs açmıştım. Onlara konferans vermeyi, grup çalışmasını öğretme yoluna gitmiştim. Milli Eğitim ile işbirliği yaparak diploma sağlamaya yönelmiştim ki,.. ve sıkıcı bulununca söylendiler, "Bu müftü kafirdir" dediler. Hatta, "Komünisttir" dediler. Arkasından bir baktım nakiller. En büyük darbeyi ben, Halk Partisi'nden yedim. Şaşılası bir şeydir ki, kendim de bir Halk Partili olarak ileri sürülüyordum. O zaman "Yeni İstanbul", "Yeni İstiklal" diye bir takım gazeteler, mecmualar falan vardı. Orada komünistliğim, içkiyi severliğim yazıldı, sabaha kadar içki içmişim ki, ağzıma damlasını koymuyordum. Yani, içkiyle miçkiyle hiç tanışmamıştım.

Bende inanç devrimi neden oldu ya da neden inançsızlık oluştu; onu belirteyim: Doğu bilime yönelmiştim. Çok büyük kütüphanelere gittim. O zaman ben İslam'ın kökenini gördüm, okudum. Söylencelerde de okudum. Bir gün "Sümer Efsanesi" ile karşılaştım. Sümerler'de bir Tufan efsanesi var. Baktım, Tevrat'ta var, Kur'an'da var. Bu bir efsane, nasıl olur da Tevrat'ta, Kur'an'da olabilir? Milattan önce 3000 yılında kaleme alındığı sanılıyor. İslam'dan, hatta Kur'an'dan çok önce. Peki,bunlarda olan, Kutsal kitaplarda ne arıyor? Sonra, "Hammurabi Yasaları"nın kimi maddeleleri Tevrat'a aynen geçmiş, ondan sonra Kur'an'a yansımış. Yani sarsılmalar benim öyle başladı.

Bence din insanlığa çok şey yitirtmiştir. Dinsizlik ne kazanır? Önce bu yitirilen şeyleri bir daha yitirme durumuna düşmemeyi kazanır. Dinler neyi yitirtmiştir? Bana göre dinler insana gözyaşı getirmiştir, ölümler (kan ve gözyaşı) getirmiştir. İslam da bunların arasındadır. Bugün Yahudiler eğer Filistinlilere birtakım zulümler yapıyorlarsa, bence bunların Yahudiliğin içindeki Yehova'nın, Tevrat Yehovası'nın insanların kafasına aşıladıklarının çok büyük etkisi vardır: "Gidin, vurun, acımayın" İslam öyle olmuştur. Muhammed döneminde de öyle olmuştur. Ebu Bekir döneminde de, daha sonraki dönemlerde de. Ebu Bekir döneminde, "Ridde (Dinden Dönme)" olaylarında, belgelere göre, ateş havuzları açılmıştır. O ateş havuzlarına insanlar inançlarından dolayı atılmış, yakılmışlardır. Muhammed'den sonraki dönemde, Osman döneminde bir "Cemel Olayı"nı anımsıyoruz. Bu Cemel olayında, iki yanda da Muhammed'in arkadaşları vardı. Bir yanda, 400 kadar "Biat-ı Rıdvan"da bulunmuş olan kişi vardı. Başlarında Ali, Muhammed' in damadı, öbür yanda, yine cennetle müjdelenmişler vardı. İki kesim birbirine saldırıyorlardı, öldürmek için ve o olayda tarihlerin bizlere kaydettiğine göre, 15 bin kişi hayvan boğazlanır gibi boğazlanmıştır. 656 yılında... 13 bin kişi Aişe tarafından, 2 bin kişi de Ali tarafından. Şimdi bunlar ki, Muhammed'in "Eshabi Kennucumi bi eyyıhimiktedeytüm ihtedeymüs", yani "Benim ashabım birer yıldız gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" dediği birer yıldız saydığı kişilerdi. Bunlar öyle olunca ondan sonra aynı tutumu sürdüren kimselerin bulunması şaşırtıcı değildir. Ondan sonra görüyoruz. Neler yitirtmiştir din? Aklın, bilimin yolunda olmaya çalışan birçoklarının öldürülmesine neden olmuştur. Çünkü, "İrtidat" yani "Dinden Çıkma" bütün mezheplere göre ölüm hükmünü içine alıyor. Mezhepler arasında ihtilaf yok. Sadece, "İstilabe" yani "Tövbeye Davet" gerekli mi, gereksiz mi? Bu konuda tartışıyorlar. Yoksa, bir insan eğer düşüncelerinde bir gelişme olmuş, inancında gelişme olmuş ya da inançsızlığa düşmüşse, ya da bir başka inanca geçmişse bunun mutlaka öldürülmesi gerekiyor, Kur'an ve hadis hükümlerine göre. Bir İsa, "Bir yanağına vurulursa, öbür yanağını uzat" derken, öbür yanda diyor ki, "Ben Dünya'ya barış için gelmedim, savaş için geldim" Bu da İncil'den...

Ve ben hadisleri hep İslam dünyasında en sağlam kabul edilenlerden aldım. Ben hadisçi, fıkıhçıyım... Bir hadis ne ölçüde doğru olur, ne ölçüde olmaz onu da bilirim... Dikkat ediyorum, sağlam hadislerin dışındaki hadislere yer vermiyorum...

Dinleri şöyle ayırmak mümkün: Dinlerin kimi, insanlığın yaşamına bütünüyle el atmıştır. Dünya yaşamını yatak odalarına varıncaya kadar girmiştir. Yahudilik ve İslam böyledir. Kimi de bu kadar el atmamıştır, sadece inanç dünyalarında vardır. Ama, bir ceza hukuku, bir miras hukuku, bir devletler hukuku, bir bilmem ne hukuku türünden şeyleri yoktur. Hıristiyanlık böyledir. Ben, insanlığın yaşamına bütünüyle el atmış olanları, insanlar için daha zararlı görüyorum. Aslında, hepsi, bana göre, binlerce yıl öncesinin düşüncelerini, inançlarını taşıyıp getirmekte birleşiyorlar. Biri falanca diyor, biri filanca diyor, sözler değişiyor ama, öz değişmiyor. Hepsi aynı kalıptan.

Ben zinayı hiç tanımadım. İçkiyi tanımadım. Kumarı tanımadım, zaten hiçbir oyunu bilmem...

Not: Yukarıdaki röportaja göre Turan Dursun'un bize anlatıldığı gibi kötü biri olmadığı, tam tersine, Turan Dursun'un çok samimi ifadelerine göre bizden biri olduğu anlaşılıyor. Bu nokta sizi bilmem ama en azından benim için tamamen anlaşılmıştır.

Peki içimizden biri olan Turan Dursun'u sıradışı yapan şey ne?

Çok açık. Son 5 paragrafta görülen Turan Dursun'un ilkin Sümer Mitolojisi'yle başlayan inanç devrimi, Sümer'deki "Gılgamış Destanı" ve Babil'deki "Hammurabi Kanunları"nın Tevrat, İncil ve Kuran'da karşılıklarının olmasıyla Kutsal Kitapları araştırmasıyla devam ediyor. Burada Sümer tabletlerindeki "Yaratılış Efsanesi"ni ilk kez okuyan George A. Smith ve eşinin bir gecede inanç devrimi yapmış olmalarına dikkat edilmelidir (Bkz. Özdemir İnce'nin "Tanrı fikrinin doğuşu" makalesine. Bununla birlikte "Gılgamış Destanı'nın çözümleniş hikayesi"ne de bakınız).

Aslında Turan Dursun'un yaptığı şey yani "İnanç Devrimi" bir ilk değildi. Daha önceden Isaac Newton da aynı şeyi yapmış ama bunu çevresine açık etmemişti.

Bildiğiniz gibi, Newton fizikçiliğinin yanında bir ilahiyatçı olarak, İncil hakkında 5000 sayfalık bir araştırma yapmış ve o metinlerin arasında benim de inandığım "Şeytan" kavramının insanların kötü tarafını temsil eden bir metafor olduğuna ilişkin bir çıkarımda bulunmuştu.

Gerçekten de Kuran'da da geçen "Şeytan" kavramı öyle zannedildiği gibi değildi, çünkü eski uygarlıklıkların hiçbirisinde böyle bir şey yoktu. Ben bunu daha önceden Eski Mısır, Sümer, Babil ve Yunan tarihlerinden biliyordum, ama bunu Newton'da görünce aynı şekilde düşündüğümüzü anladım.

Dâhi ve Dindar: Isaac Newton
Din ve Bilim İlişkisinde Konuşma Sırası Newton’da

Yukarıdaki kitapta Newton'un zamanın İngilteresi'nde inançsız biri olarak yaşamanın zor olduğu bir ortamda, kişisel inancını, özellikle İncil hakkında, saklayabilmek için ne kadar zorluk çektiğini çeşitli örneklerle dile getiriliyor. Örneğin, Newton üçlemeyi reddettiği için en iyi ihtimalle üniversiteden atılacaktı. Nitekim, Cambridge Üniversitesi'nde Newton'un yerini alan William Whiston, 1710 yılında üçlemeyi reddettiği için görevden alındı.

Fakat Turan Dursun'un sondan bir önceki paragrafta,

Alıntı:
...Ama, bir ceza hukuku, bir miras hukuku, bir devletler hukuku, bir bilmem ne hukuku türünden şeyleri yoktur. Hıristiyanlık böyledir...
ifadesinde bulunurken, tamamen haklı olduğunu söyleyemeyiz. İncil'de durum böyle iken Tevrat ve Kuran'da aynı hükmün geçerli olması mümkün değildir. Turan Dursun'un bu söylediği şeyler Tevrat ve Kuran'da tamamen olmasa da dokundurmalarla dile getirildiği açıktır. Hammurabi Kanunları bunun en büyük kanıtıdır.

Her neyse, sonuçta Turan Dursun'daki inanç devrimi,

Alıntı:
Bende inanç devrimi neden oldu ya da neden inançsızlık oluştu; onu belirteyim: Doğu bilime yönelmiştim. Çok büyük kütüphanelere gittim. O zaman ben İslam'ın kökenini gördüm, okudum. Söylencelerde de okudum. Bir gün "Sümer Efsanesi" ile karşılaştım. Sümerler'de bir Tufan efsanesi var. Baktım, Tevrat'ta var, Kur'an'da var. Bu bir efsane, nasıl olur da Tevrat'ta, Kur'an'da olabilir? Milattan önce 3000 yılında kaleme alındığı sanılıyor. İslam'dan, hatta Kur'an'dan çok önce. Peki,bunlarda olan, Kutsal kitaplarda ne arıyor? Sonra, "Hammurabi Yasaları"nın kimi maddeleleri Tevrat'a aynen geçmiş, ondan sonra Kur'an'a yansımış. Yani sarsılmalar benim öyle başladı.


Kaynakça: https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=10152166631515552&id=174422300551